Sınırlar vesaire
“Sevişirken şöyleyimdir, böyleyimdir” gibi bir söylem epey tuhaf kaçardı, di mi?
Sevişme, dilbilgisel olarak barındırdığı işteşlik ekinin de işaret ettiği üzere, en az iki kişiyi içerir. Birden fazla kişinin olduğu her yerde, iştigal ettiği her şeyde -sevişme de dâhil- biyolojik geribildirim mekanizması çalışır, taraflar birbirlerine uyumlanır. Yani mevzubahis “aktivite”de belirleyici, kişilerin kendileri kadar ilişkinin kendisidir. Malum, insan kendi vakumunda var olan bir şey değildir; bilâkis ilişkilerinin matematiksel bir fonksiyonudur.
Sevişmeden girerek “piyasa”da telaffuz edilen birçok yeni yetme mefhumun kişi özelinde tek ve net bir karşılığı olmadığını, kişinin ilişkisinden ilişkisine değişebileceğini vurgulamak istiyorum. “Piyasa”nın yeni tutkusu “sınır koyma”yı ele alalım. Sınır koymak için tekil ifadeler gırla: “Sınır koyabiliyorum,” “Hayır diyebiliyorum,” “Hiç sınır koyamıyorum,” “Hayır diyemiyorum.” Bunlar komik zira bir sınır koyma “duruş”u, prensibi ya da alışkanlığı olabileceği varsayımı insanı basite indirgemek, insanın karmaşıklığını hafife almaktır. Tabii ki aynı kişinin farklı ilişkilerinde sınır koyma eğiliminde bir benzerlik, ortak bir payda olacaktır. Fakat kişiyi herhangi bir hâle dair bilgisayar dilindeki gibi 0 (sınır koyamıyorum) - 1 (sınır koyabiliyorum) skalasında mutlak ya da sabit bir değer olarak görmek hatadır. Kişi partnerine rahatlıkla sınır koyabilirken çocuğuyla bu konuda çok zorlanabilir mesela. Kaldı ki ilişki içerisindeki temayüllerimizi belirleyen şeyler çok katmanlıdır; ilişki bünyesindeki hiyerarşi, yakınlık, ilişkinin vasfı (partnerlik, ebeveynlik, arkadaşlık vs), ilişkinin o an odağına aldığı konu ve içerik, ilişkideki tarafların güncel hâletiruhiyesi (uykusuzluk, stres, hormonal denge vs), fizyolojik durumu, dini, sosyolojik, kültürel, politik, ekonomik etkenler vb.
Çocukluk vesaire
Murathan Mungan “ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın,” demiş, çok da güzel demiş ama varoluş deyince benim gözümde bir spiral canlanır. Spiral devamlı hareket hâlindedir; ne bir başı ne bir sonu vardır. Bizler de bu spiralin içine üfleniveririz ve dönerek yol almaya koyuluruz. Hareketin içinde hareket, her daim. Yani spiralin kendinin bir başı sonu olmasa da bizlerin içine üflendiğimiz bir an vardır, bir doğum tarihimiz. Spiralin hareketi o kadar çok anomali barındırır ki hiçbir matematik denklemi onu karşılamaya yetmez ve formül ne şekilde yazılırsa yazılsın illâ ki iterasyona düşer; bilinmeyenler birbirine, bizlerin spiralin içindeki hareketi de bu bilinmeyenlere sımsıkı bağlıdır. Sonsuz ihtimal barındıran bu spiralde hareketimize belirgin bir biçimde yön veren bir bilinmeyen, bu özelliğiyle diğerlerinden ayrılır: Çocukluk. Çocukluk, yukarıda ilişki içerisindeki eğilimlerimizi belirleyen etkenler olarak bahsettiklerimle birlikte, ama onlardan daha güçlü bir şekilde insanın hayatına damgasını vurur. Yine aynı örnekle devam ediyorum; insanın ilişkilerinde nasıl ve ne kadar sınır koyduğu, mevzubahis etkenlerden çok, ilişki içerisine çocukluktan ve çocukluk yaralarından getirdiklerine göre belirlenir.
Tevekkeli travma protokollerinde çocukluk, erken yaş / gelişimsel klasmanı altında hususi ve ayrıca çalışılır. ABD'de yapılmış en kapsamlı toplum sağlığı çalışması olan ACE (Adverse Childhood Experiences - Olumsuz Çocukluk Deneyimleri), çocuklukta maruz kalınan olumsuzluklar ve çocukluk sonrası sağlık ve ruhsal esenlik arasındaki bağı bilimsel olarak kanıtlamıştır. ACE için çocukluk deneyimleri ile mevcut sağlık sorunları ve davranışlarına yönelik anketleri doldurmuş 17,000'den fazla kişinin %26'sı fiziksel istismar, %21'i cinsel istismar, %28'i bakım veren kişide madde kullanımı, %20'si bakım veren kişide ruhsal hastalık ve %13'ü anne olarak bildiği kişiden şiddet gördüğünü bildirmiştir. Bunun sadece buzdağının görünen tarafı olduğunu da belirteyim. Bu oranlar ABD’ye aittir tabii ama ülkemizdeki durumun daha az vahim olduğunu düşünecek kadar saf değilim/z. Gerçek apaçık ortada: Spiralin içindeki hareketimizin başladığı yer, çocukluk, yaralı, kanıyor. Spiralin içinde çırpınan biçarelerin -bizleri kastediyorum- yara bere içinde debelenmesin de ne yapsın?
İşin fizyolojik açıklamasını çok detaylandırmadan gelişimsel travmayı şöyle tarif etmek mümkün: Çocukluk döneminde, olur da hayat bizim elimizi bırakırsa(!) düşeceğimiz platformun hiç inşa edilmemiş ya da derme çatma bir şekilde inşa edilmiş olması. Hâl böyle olunca başımıza gelenler başımıza gelince betona çakılırız. Gelişimsel travmayı saptamanın zor olması da cabasıdır. Gelişimsel travma geçmişi olan kişiler için fizyolojinin metabolize edemediği belirgin bir olay ve bu olayın öncesi ve sonrası diye ayırt edebilecekleri farklı zaman dilimleri yoktur ve bu sebeple yetişkinlikte “travmatik” durumlara maruz kaldıklarında, platformu inşa edilmiş “diğerlerine” göre daha yoğun fizyolojik tepkiler gösterirler. Onlar için güvenli olanla olmayan büyük bir muammadır çünkü bu kişiler için nörosepsiyon, yani tehdidi ve güvenliği ayrıştıran tasnif mekanizması çalışmaz. (Nörosepsiyon ayrı bir yazı konusu.)
Bu kişiler derken, yaklaşık olarak hepimizi kastediyorum. ACE araştırmasının sonuçlarına göre bahsettiğim platformun eksiksiz inşası neredeyse yok denecek kadar enderdir. Tekrar ediyorum, neredeyse herkes yaralı, kan revan içinde. İnsanı konu alan bilimlerin çocukluk döneminin kişi üzerindeki geri dönülemez etkilerini mercek altına almaya başladığı son elli senede birçok anlaşılmaz şey, aheste de olsa açıklığa kavuştu, kavuşuyor. Hepimiz için çocuklukta olan biteni anlamaya çalışmak, masaya yatırmak, belli bir bağlamda analiz etmek, çok yoğun ve zorlayıcı olmadığı sürece güzeldir, keyiflidir, yaratıcı ve faydalıdır. Amma velakin bu masaya yatırma sinsi bir şekilde eğitimlerde “ebeveyn dövmek” diye tabir ettiğim fuzuli bir meşgaleye dönebilir. Hayır, kimsenin ebeveynine attığı dayağı, ebeveynini gerdiği çarmıhı yargılamak değil amacım, haşa. Fakat bu çoğu zaman beyhude bir çabadır zira zamanı geriye sarmamız mümkün değildir. Ebeveyn hesaplaşmasında ince bir ayar vardır, kantarın topuzu kaçarsa kişinin ıstırabı artar.
Çok acı, maalesef olanlar oldu ve zaman bizi ölüme doğru çekiştiriyor. Vakit kısıtlı, çocuklukta olan biteni görmek, anlamak şahane ama maalesef bir “undo” düğmesi yok. Bodhi ağacının altında oturduktan sonra “hayat ıstıraptır” asil gerçeğiyle biz fanilere laf anlatmaya gelen Buda’yı selamlayalım ve unutmayalım; hayat ıstıraptır, şükürler olsun kendisinin bize acı verme konusunda cimrilik yaptığı hiç görülmemiştir. Böylelikle yetişkin hayatımız, özellikle ilişkiler aracılığıyla, bize kendimizle çalışma imkânı verir, ziyadesiyle. Her ilişkide herkesin çocukluğu da vardır keza ve ilişkiler çocukluk yaralarını sarmak için bulunmaz Hint kumaşıdır.
Tabii dağ gibi durmayı bilirsek…
Sevmek vesaire
Her ilişkide masadaki sessiz oyuncu olan çocukluklar çok kısa sürede ilişkiye ayak bağı olmaya başlar; her şey sütlimanken ortalığı karıştırmakta üzerlerine yoktur. Yetişkinlikteki ilişkilerde çocuklukta hasreti çekilenler, verilmeyenler, esirgenenler, modellenenler hepsi bir olur, 4. Murat gibi tebdil-i kıyafette ilişkiyi ziyarete gelir. Bu ziyaretler yıkıcıdır, bozguncudur, tarafların kalpten kalbe bağını tarumar eder. Eğer taraflardan biri kılık değiştiren bu ziyaretçiyi tanıyıp dağ gibi durmazsa -ki “dağ gibi durmak” taraflar arasında dengelenmelidir- o zaman o bağ ciddi hasar görür. Mesele, tarafların birbirlerinin çocukluktan getirdiklerini fark edebilmek, bu heybenin içinde pek de kişisel bir şey olmadığını görmek ve kendi metanetini kaybetmemektir. 4. Murat ve Sandalcı hikâyesinde surların yıkılıp İstanbul’a Yeni Kapı’nın açılması gibi, ilişkiye yeni bir kapının açılabilmesidir, mesele. Kapanan kapılara rağmen ve onlar sayesinde o yeni kapıları açabilmektir. Asıl mesele işte budur.
Dağ gibi durmak sevmektir.
Bunun bir ileri seviyesi, “asıl-asıl” mesele ise gelen ziyaretçinin senden taraftan da ziyaretçi çağırdığı zamanları görmek ve bu sefer senin geçmişinden geleni içeri buyur etmek, güzelce ağırlamak ve ona kulak kesilmektir. İlişkinin esas işlevi tekâmüldür. Birçok yerde değindiğim gibi, spiritüel öğretmen ve Be Here Now'un yazarı, psikedeliklerle çalışmaları bahane edilerek Harvard Üniversitesi’nden kovulmuş öğretim üyesi Richard Alpert yani Ram Dass, ilişkinin tuzak, tuzağı çalıştırmanın yolunun da tuzağa düşmek olduğunu söyler. İçine düşmeden çalışmaz bu zalim tuzak, işini iyi bilir. Tuzağın çalışmaya başlaması ancak bu ziyaretçinin kendinle alakalı anlattıklarını pür dikkat dinlemenle mümkündür.
Konuya sevişmekten girmiştim; bilinçli olarak. Sevişmenin türün devamının müsebbibi olmasında bir hikmet vardır keza. İki sevgilinin beden yakınlaşması bedeni aşan ruhsal bir şey, ruhların birleşmesidir. Bu birleşme, bu ruhsal bağ, dağ gibi durmayı kolaylaştırır; romantik ilişki dağ gibi durmak ve kendini bulmak için eşsiz bir zemin hazırlar. Yine de elbette ilişki içerisinde kendini bulmayı sadece bu kontekste kısıtlamak yanlış olur.
Aslında basit: Spiralin içindeki hareketimiz çocukluğu temel alır. Bu hareketin nasıl olacağı kısmen elimizdedir. Bu kısmenler önemli. Ölüm geldiğinde o kısmenleri yastık yapıp başları yaslayacağız daha.
Hep dediğim gibi, olduğu kadar ve hiç olmaması da olduğu kadara dâhil.
Herkese harika bir hafta dilerim.
Poetika Journal #1 x Kreatif Yazar:
Doğada tüm şekiller birbirini tekrar eder ama hiçbir zaman tıpatıp aynı çizgiyi takip etmez.
Kaos teorisinin meşhur kelebek çizimi vardır ya. Bir yanında doğum-çocukluk, bir yanında yaşlılık-ölüm var bence o kelebek kanatlarının.
Anlayabilelim diye iki boyutlu çizilir ama her iki kanat da üç boyutludur. Birer spiral gibi.
Şanslı olanlarımız doğum-çocukluk spiralimizden çıkıp, yaşlılık-ölüm spiraline doğru ilerleyeceğiz.
Evet, hepimiz aynı şeyleri yaşayacağız. Ama hepimiz aynı şeyleri bambaşka yaşayacağız.
Kaos, en karmaşık sistemlere bile düzen getirmeyi bilir. Ama o düzeni öyle kurar ki her şey biriciktir.
(Serdar Ortaç’ın sözü geliyor aklıma, şarkılarından birinin başka bir şarkıdan “esinlendiği”ne dair soruya şöyle yanıt vermişti: Topu topu 7 nota var, ne kadar farklı müzik yapabiliriz ki? Ne alakası var bilmem, ama aklıma geliverdi işte 😊)
gelişimsel travmayı şöyle tarif etmek mümkün: Çocukluk döneminde, olur da hayat bizim elimizi bırakırsa(!) düşeceğimiz platformun hiç inşa edilmemiş ya da derme çatma bir şekilde inşa edilmiş olması.
Sepin, bir travma tanimi ancak bu kadar basit, ama ancak bu kadar da ikna edici olabilir benim icin. Senle yolum kesistiginden beri, bugüne kadar cok karmasik olan bir sürü sey, cok basit anlasilir olmaya basladi. Tesekküler, emegine ve cabana.