Küçücüğüm, saçlarım kısa, uzun koridorlu bir evdeyim, biliyorum bu evi, zifiri karanlık, bir oraya bir buraya bakıyor ve gidemiyorum, bakıyor ve göremiyorum, “Anne, neredesin?” diye sesleniyorum, cevap gelmiyor.
Bazı sabahlar İstanbul’da yoğun sis olur. Sis şehir hayatını zorlaştırır, göz gözü görmeyince ulaşım sekteye uğrar, vapur seferleri iptal edilir falan. Sis romantiktir. El ele tutturur.
Sis şiire yakışır, birçok şairin külliyatında önemli bir yer tutar. Tevfik Fikret’in kesintisiz otuz sene süren istibdat dönemini eleştirdiği Sis şiiri vardır misal. Kanun-i Esasi’yi askıya alarak I. Meşrutiyetten sonra istibdat dönemini başlatan II. Abdülhamit’in kuzeni ve Tevfik Fikret’in yakın arkadaşı olan son halife Abdülmecit Efendi, bu şiiri tablolarına taşımıştır. “Muhibbi Muazzezim (Muhterem Dostum) Tevfik Fikret Bey’e” diye imzalayarak Tevfik Fikret’e hediye ettiği Sis tablolarını Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nde “Şehzade’nın Sıradışı Dünyası: Abdülmecid Efendi” sergisinde görmüştüm. Özellikle aşağıya kopyaladığımdan çok etkilenmiş, bakakalmıştım:
Ama sis ve şiir denince benim aklıma Carl Sandburg’un Sis’i düşer:
küçük kedi ayaklarla
gelir sis.sessiz kalçalarla
oturur bakar
limanla kente
ve sonra çeker gider.
çeviren: İsmail Haydar Aksoy
Orta ikiydim, şimdiki altıncı sınıf, Carl Sandburg ve Shel Silverstein’ın şiirlerini karşılaştırdığım bir dönem ödevi yapmıştım. Bu iki şairin seçimi tamamen bizim okulun kütüphanesinde elime onların kitaplarının gelmesindendi, aynı raftaydılar. Bizim okulun kütüphanesi bir vahaydı. Çoğumuz daha önce böyle bir şey görmemiştik. Kitaplar, kitaplar, kitaplar, kütüphane kataloğu, elle yazılmış katalog kartları… Ama kütüphanenin alametifarikası, oditoryumdaki kilise orgunda Alma Mater diye anılan okul marşını çalan, gömleklerinden yaka ekini eksik etmeyen, eski rahip, kütüphanecimiz Mr Wallace idi. Mr Wallace, kitapları geç getirdik mi gözümüzün yaşına bakmaz, cezasını kuruşuna kadar ödetirdi. Laubaliliğe müsamaha etmezdi, “Şşşş”leri meşhurdu, kütüphanede sesimiz biraz yükselse kızardı. Bir keresinde beni ve Sidem’i -çok yakın arkadaşım, kardeş gibi- kütüphaneden atmıştı. O dönem bir televizyon programında kavga etmiş iki medyumun tokat mizansenini sınıf arkadaşlarımıza canlandırırken gülme krizine girmiştik, ondan. Babası ölmekte olan bir biçarenin en yakın arkadaşıyla rahatlaması, moda tabiriyle regülasyonuydu o gülme krizi, ama Mr Wallace bunu nereden bilebilirdi. Babam kısa bir süre sonra ölmüştü. Ellerini hiç unutmuyorum.
Carl Sandburg ve Shel Silverstein… Apayrı stiller, bambaşka janrlar. Dönem ödevim için İngilizce hocam Mr Donaldson “Bu iki şair ayrı tellerden çalıyor Sepin,” dememişti. Jeffrey idi adı, Jeffrey Donaldson. Sarışın, mavi gözlü, genç bir Amerikalı. Hepimiz ona hayrandık, bazılarımız ise sırılsıklam âşık. Ben değildim, belki de ev arkadaşı Paul’le sevgili olduğunu hissediyordum, sezgilerim malum, hâlâ beraberler, zaman zaman mezunlar whatsapp grubunda fotoğrafları paylaşılıyor.
Benim aşkım Mr Donaldson değil Ms Begley idi. Katherine Begley. Edebiyatta Kadın (Women in Literature) diye bir seçmeli ders açardı, kısa saçlarına, solculuğuna (bayağı Marksist bir kadındı), edebiyat bilgisine, kitap aşkına, beni çok sevmesine tapardım.
Her şeyin çok güzel olabileceğine inanmaya inat ettiğimiz senelerdi. Bir şey bildiğimizden değil de gençliğimizden, toyluğumuzdan ya da. Saçmalayan, kuşburnu çayı içen, güzel, Boğaziçili bir başbakanımız var diye övünenlerin memleketiydik, gazeteler ve televizyon öyle isterdi. Okuduklarımda kendi yaralarım kadar diğerlerininkileri görmeye başlamış, hatta bunları yazar olmuştum. Amerika ırkçılığı ve Güney Afrika apartheid’i davam olmuştu, çok ironik tabii bütün bunlar.
İnsan kendi yarasını görmemek için elinden ne gelirse yapar ama edebiyat ve hikâye asla affetmez. Görmen gerekeni, gördüğünün ötesindekini alır, önüne koyar, “al,” der, “önüne kadar getirdim, koydum, baksana.” Edebiyat “baksana!” diyordu. Bakıyordum, görüyor muydum?
Ms Begley’nin lise mezuniyetimde benim için yazdığı yıllık yazısı da ara ara bana “şişt baksana!” derdi. Bambaşka işlerde, yollarda yürümeye devam ederken kalbimdekini hatırlatır, içimi cızlatırdı.
Sepin,
Toni Morrison’u ne kadar sevdiğimi bilirsin ya da belki bilmezsin.
İzin ver, onun Beloved (Sevilen) kitabından birkaç kelime paylaşayım: “Sallanabilen bir yalnızlık vardır. Kollar kavuşturulmuş, dizler karna çekilmiş, tutan, tutunan; bu hareket, bir teknenin sallanmasının aksine sallananı yumuşatır ve içine alır. İçeriden bir çeşit yalnızlıktır bu – deri gibi sıkıca sarılmış. Bir de amaçsız gezinen bir yalnızlık vardır. Hiçbir sallama onu yerinde tutamaz. Canlıdır, kendi başınadır. Kişinin kendi ayaklarından gelen sesi uzak yerlerden gelen bir ses zannettiren kuru ve yayılan bir şeydir.”
Yalnızlık o kadar kötü değildir; seni diğer insanlara çeker, senin gibi yalnız olanlara. Seni ıstıraba çeker, burada insanlığı bulursun. Sevgiyi arar, bu seni güçlendirir. Seni kendine çeker, bu seni kutsar.
İleride yaşlanınca, Türkiye’ye geri döneceğim; senin adını şiirlerde, gazetelerde, kitaplarda görmeyi bekleyeceğim; kızının ıslak kahverengi gözlerinde, senin gözlerinde ilk dersten beri gördüğüm sonsuz hüznü görmeyi bekleyeceğim. Kederli ve tutkuyla isteyen. Olageldiğin insan olduğun için seninle gurur duyuyorum. Sana başkasının kelimelerinden başka verecek bir şeyim yok. Ve tüm iyi dileklerim.
Katherine Begley, 1995, İstanbul
Ezberden önüme koyulanların ötesini, hatırladığımı istemek, hikâyemi bana yazılandan kendi yazacağıma değiştirme gücünü bana henüz on yedi yaşımdayken, “ıslak ve kahverengi gözlü” kızım, Ela’m yokken yazılmış bu yıllık yazısında buldum ben. Boş bir romantizm değil bu dediğim.
Kuzey İrlandalı sanatçı/yazar Oliver Jeffers hikâyelere dair şöyle yazmış:
Tüm insanlar hikâyelerinin toplamından müteşekkil.
İnsanın elindeki en kuvvetli araç kendine ve birbirine anlattığı hikâyeleri değiştirme kabiliyeti.
Ve şimdi, her zamankinden daha fazla, kolektif hikâyelerimizi değiştirmeye ihtiyaç duyuyoruz.
“Baksana!” diyeni dinlemek ve böylelikle maruz kaldığın ebeveynliğin, yaşadığın çocukluğun sana mühürlediği döngülerden çıkabilmek, hikâyeyi revize etmek buradan geçiyor. Zor bu, çok-çok-çok zor, amma velakin ve bilakis hayatı ferahlaştıran da otomatik kalıplardan çıkabilmek. Çocukluk yaraları özellikle romantik ilişkilerde durup durup kanamayı ancak öyle bırakabiliyor. Yoksa farkında bile olmadan kan kaybından ölüyoruz.
Birkaç sene önce Bahçe Galata’da Amerikalı oyun yazarı Lucas Hnath’ın kaleme aldığı Nora 2 (Yönetmen: Saim Güveloğlu; Oyuncular: Nihal Geyran Koldaş, Tülin Özen, Tansu Biçer, Zeynep Çötelioğlu) adlı oyuna gitmiştim. Hnath, oyunu, Henrik Ibsen’in ünlü oyunu Nora Bir Bebek Evi’nin devamı olarak 2017 yılında yazmış. Ibsen’in Nora’sının finalinde kocasını ve üç çocuğunu geride bırakarak evini terk eden, tam 15 yıldır kendisinden hiçbir haber alınamayan, hatta öldü zannedilen Nora, Hnath’inkinde seneler sonra evinin kapısını çalar.
Nora 2’nin bir yönü anne yarasıyla temas ediyordu. Nora, iki yazarın metninde de çocuklarından gitmiş bir kadın. “Giden anne,” “gitmiş baba”ya göre çok daha seyrek bir olgu. Edebiyatta, sinema dâhil birçok hikâye anlatımında, özellikle de bizim toplumumuzda, çok rastlamadığımız bir şey. İşin teknik boyutu da cabası; giden babayı anlatmak daha kolay, baba evi terk edebilir ve anlatıcının bunu hikâyede göstermesi kolaydır. Hâlbuki iki Nora oyununda da olduğunun aksine anne kapıyı çarpıp gitmez. Annenin gitmesi daha usul usuldur, evden gitmeden bir gitmedir, anne Nora’nın aksine evin içindeyken gider. Partnerinden gider, çocuğundan gider, hayattan gider. Dururken gider, Nora gibi kapıyı çarpmadan. Bunu göstermek zordur.
Evdeyken giden ya da zaten mevcut olamayan anne en büyük yaralardan biridir: annesizlik yarası ya da anne yarası.
Sevgili arkadaşım klinik psikolog İrem Polat anne yarasını Poetika için şöyle kaleme aldı:
“Anne yarası” kabul görmüş bir psikoloji terimi olmasa da bağlanma ve travma ilişkisini kavramayı kolaylaştırması açısından işlevsel olabilir. Bu kavram temelde annelik işlevinin yoksunluğunu anlatmak için kullanılır. Anne, çocuğunun duygusal ihtiyaçlarını fark edememekte ve karşılayamamaktadır. Belirsiz, tutarsız, karmaşık bir ebeveynlikle büyüyen çocuğun tekinsiz hissetmesi muhtemeldir. Anneyle kurulan ilişki, bireyin kendilik ve dünya algısı için önemli bir zemin oluşturur.
Bu durumun pek çok zaman nesilden nesile aktarılan bir boyutu vardır.
Hayatlarımız gitmeyen ama aslında giden annelerin yaralarını sarma çalışmalarıyla geçiyor. Çoğu zaman anneyle, bazen de babayla koşulsuz sevgi uğruna girdiğimiz dalavereli döngüde, istediğimizi alamamanın ya da alamadığımız algısının öfkesi ya da kederi (ya da öfke ve kederin tek başlarına kendilerinden daha büyük birliktelikleri) özellikle romantik ilişkilerdeki döngülerimizi belirliyor. Bu döngülerdeki davranış kalıplarımızın temelini kazdıkça suçluluk ve utanç gibi hislerle karşılaşıyoruz. Ruhumuzda ağır hasar bırakan/bırakmış olan bu ve benzeri hisler, olan biteni nötr bir şekilde algılamamızı iyice zorlaştırıyor. Romantik ilişkide partnerimize yüklediklerimiz çoğu zaman anne yarasından yüklendiklerimiz oluyor. Fark etmiyoruz. Görüşümüzü engelleyen bu sisle bocalıyor, neden düştüğümüzü idrak edemeden düşüyor, bir şekilde kalkıyor, ama alışageldiğimiz döngümüzün içine kapılmak da tekrar düşüvermek için adeta fırsat kolluyoruz. Suçluluk yastığımızdaki koku oluyor, her gece onu soluyoruz.
Nora 2’de Nora ve Torvald’ın birbirlerine siktir çektiği bir bölüm var; Nora (Tülin Özen) ve Torvald (Tansu Biçer) birbirlerine defalarca “s.ktir” diyor, haddimse adını s.ktir tiradı koydum. “Sen s.ktir,” “sen s.ktir,” bitmeyen, ardı arkası kesilmeyen, sonu gelmeyen s.ktirler. Birbirlerine söylemedikleri her şeyi ve daha fazlasını söyledikten sonra, bu s.ktir döngüsünü kırıp birbirlerine sarılıyor ve ayrılıyorlar.
Bu s.ktir döngüsünden geçtiğimizde yastıklarımızdaki suçluluk kokusunun yerini kalbimizin mis kokusu alıyor. Belki.
Küçük kız çocuğu karanlıklarda annesini bulamıyor.
Eksikliği katık ediyor, baş tacı ediyor, düşüyor, çok kere, eksikliğin elinden tutarak, onu eksik olanın yerine koyarak kalkıyor, küçük kedi ayaklar onun.
Ölmüyor.
Sepin, bu yazı tam Sepin yazısı olmuş. Periler başını döndürürken yazmışsın belli.
İlham perileri. Ya da senden büyük olan’la bağlantı kurduran her neyse. Senden büyük olan’la bağlandığında, içinden kocaman bir SEPİN çıkıyor. (Eskiden beri demişlerdir sana zaten hep “Bir bu kadar da yerin altında var” diye)
—
2 bambaşka yorumum var:
Dün oğlum şöyle bir haber anlattı: Bir futbol maçı çok yoğun sis nedeniyle iptal edilmiş. Herkes soyunma odalarına gitmiş ama kimse kaleciye söylememiş. Kaleci oynanmayan maçta, 15-20 dakika boyunca kaleye bekçilik yapmış.
—
Sanırım Türkçeye çevrilmedi henüz. Constance Debré’ın Love Me Tender’ı. Benim için, kendisine anlatılan/kendisine anlattığı hikayeden çıkıp, kendini bulmaya çalışan bir kadının hikayesi. Oğlunu bırakan bir anne aynı zamanda.
Sabah ağlamıştım, şimdi de ağladım, ama yetmez bunun üzerine bir yazı yazıp bir daha ağlayasım var şimdi! ❣️