Bugün babamın ölüm yıl dönümü.
Dün gece oğlumla Kayıp Balık Nemo’yu izledik. En çok neyi sevdin Ali dedim, Nemo’yu dedi.
Ali uyuyunca Ela’nın yanına gittim. Kardeşinle Kayıp Balık Nemo’yu izledik dedim, sen onu yarısında bırakmıştın hatırlıyor musun? İstersen seninle de izleyelim.
Evet anne hatırlıyorum ve hayır seninle Kayıp Balık Nemo’yu izlemeyeceğim dedi, tonlamasını tahmin etmek güç olmasa gerek, yaş on dört.
Herhalde dokuz on sene önceydi, Okan sağdı izlediğimizde, ondan da değil yani ama yarısında babası Nemo’yu niye bulamıyor diye ağlamış ve devamını izlemek istememişti.
Bugün babamın ölüm yıl dönümü.
Geçen hafta Bulgar yazar Georgi Gospodinov’un Bahçıvan ve Ölüm’ünü okudum. Gospodinov’un aşağıya alıntıladığım paragrafında tebessüm ettim. Bu yataylığı biliyorum, çok basit, son derece basit, sadece bunu yaşayanların bileceği kadar basit:
Kardeşim babamı son kez görmeye geldiğinde, sondan sadece iki gün önceydi. Biraz bez almak için dışarıya çıkmıştım. Döndüğümde kardeşimin de, tıpkı benim bulmaca çözmek veya kitap okumak için yaptığım gibi, yanına uzandığını gördüm. Hastanın yanına uzanmakta, onun yatay dünyasına dahil olmakta doğal, içten gelen bir dayanışma var. Sağlıklı kişinin daima yukarıdan bakan (üstten bakan her bakış az çok otoriterdir) dik duruşunu terk etmek, yatanla eşitlenmek, ondan artık esirgenen dikeyliği paylaşmak. Ve artık ölümün ağır nefesini alabildiğin o yerde onunla birlikte olmak. Babamın yanında sırtüstü yatan nöbetçiler gibi uzanıyorduk, ölüme onu hâlâ teslim etmediğimizi göstermek için, ya da, mümkünse, onu kandırıp buradan alabileceği hiç kimsenin olmadığına inandırmak için - biz öylece uzandık ve muhabbet ediyoruz sadece. Kendimi sağlıklı kişinin bedeninden hastanın bedenine görünmez bir hayat akışı olduğuna inandırmaya çalışıyordum.
Bahçıvan ve Ölüm, Georgi Gospodinov, çev. Hasine Şen Karadeniz, Metis Yayınları
Bugün babamın ölüm yıl dönümü.
Gospodinov’un bahsettiği yataylığı biliyorum çünkü aynısını ben de yaşadım. Ağıtların Tanrısı’nda Fermuar bölümünde anlatmıştım, aşağıya bu bölümü de kopyaladım:
Call Me By Your Name* diye bir film vardır, Okan’la izlediğim son film ya da bir önceki, orada babanın çocuğuyla bir konuşması, belki de tiradı, şöyledir:
Şu anda herhangi bir şey hissetmek istemeyebilirsin. Belki hiçbir zaman hissetmek istemedin ve belki bununla ilgili konuşmak istediğin kişi de ben değilim ama bir şey hissetmek, evet, sana olan bu işte. Bak, güzel bir arkadaşlığınız vardı, belki arkadaşlıktan fazlası. Ve seni kıskanıyorum. Benim yerimde olan çoğu ebeveyn bütün bunları savuşturmayı dilerdi ya da oğullarının ayaklarının bir an evvel yere basması için dua ederdi. Ama ben öyle bir ebeveyn değilim. Bir şeyleri zamanından önce atlatmak için kendimizden öyle çok şey söküp atıyoruz ki 30 yaşında iflas ediyoruz ve yeni biriyle olduğumuz her seferinde ona sunacak daha da az şeye sahip oluyoruz. Fakat herhangi bir şey hissetmemek adına hiçbir şey hissetmemek, bu nasıl büyük ziyan!
Haddimi aştım mı? O zaman havayı yumuşatmak için bir şey daha söyleyeceğim. İkinizin sahip olduğu şeye yaklaşmış olabilirim ama asla böyle bir şey yaşamadım. Beni hep bir şey- ler zapt etti veya bir şeyler engel teşkil etti. Hayatını ne şekilde yaşadığın sana kalmış ama şunu unutma, kalplerimiz ve be- denlerimiz bize yalnızca bir kez verilir ve bir de bakmışsın ki göz açıp kapayıncaya kadar kalbin bitap düşmüş, bedenine gelince, bir noktada bırak ona bakmayı kimse yanına bile yaklaşmak istemez olmuş. Şimdi hüzün ve acı var, bu hissi ve bununla birlikte hissetmiş olduğun neşeyi de öldürme.
* Beni Adınla Çağır, yönetmen Luca Guadagnino, 2017.
1995’te Erenköy, Ethem Efendi’de ise bu sefer bunun tam tersi, çocuğun babasıyla yaptığı konuşması vardı, tiradı olmasa da.
Babam yatakta yatıyor. Hareket edemiyor. Hareketsiz. Konuşamıyor. Sessiz.
Bundan yaklaşık dört sene önce kuzenim Mehmet doğduğunda, annem teyzeme yardıma Ankara’ya gitmişti. Babam, annem yokken Aysan’la bizi Anadolu Kavağı’na balık yemeye götürmüştü. Sonra birden gözünden yaşlar akmaya başlamıştı, “N’oldu baba?” dedik, “Annenizi sakın üzmeyin” dedi. Ne güzel hepimiz yaşıyoruz, neyin gözyaşı bu baba ya? Benim anne babada da bir tahta eksikmiş. Böyle bir anısı mı olur insanın, herkes sağ salim hayatta, baban annenizi üzmeyin diye ağlıyor, Anadolu Kavağı’nda. Benim var.
Kanserin beyne metastazı babamı artık konuşamaz hâle getirmişti. Bazen ağzından bir şeyler çıkıyordu, anlamıyorduk. Aysan Amerika’daydı. 17 yaşındaydım. Henüz annemin beyin kanaması geçirip ölümden dönmesine beş, sevdiğimle tanışmama dört, sevdiğimin ölmesine ise 23 sene vardı. Üniversite sınavına ise bir ay. Rakamlar, ne güzelsiniz.
Yatağa, babamın yanına uzandım. Ah babam. İdolüm. Her şeyim. İlk aşkım.
“Senin kızın olduğum için çok mutluyum. Bilsem, bu dünyaya bir daha gelsem ve bunların olacağını bilsem, yine senin kızın olmak isterdim. Seni çok seviyorum. Seni çok çok çok seviyorum” dedim. Bunların muadilini ve çok daha fazlasını, 23 sene sonra, Okan’ın cansız bedenine de söyleyecekmişim, hey gidi hayat.
Babam konuşamıyordu. Tıp anlamadığını da söylüyordu. Ben bunları söylerken, babamın gözlerinden yaşlar akıyor, akıyordu. Tabii ya, anlamamak buydu işte. Falan filan. Herkes her şeyi çok biliyor.
Bugün babamın ölüm yıl dönümü.
30 sene oldu dile kolay.




Ölüm döşeği dedikleri şey. Döşek! Küfür gibi değil mi? İnsanın döş’üne döşüyor ölümü..
dile kolay.