Hoyrat Söyleşisi
Paros Dergisi, Karolin Mamigonyan
Güneşli bir İstanbul sabahından günaydın.
Paros Dergisi Ekim 2025 sayısı için sevgili Karolin (Sarıboyacıyan) Mamigonyan’la Hoyrat üzerine söyleştik. Aşağıda.
Sevgiyle,
Sepin
PAROS / SEPİN SİNANLIOĞLU
Arkadaş tavsiyesiydi “Hoyrat”. Aldım hemen. Sürprizli başladı metin. Bir baktım bizden isimler. Bizden yerler, bizden izler, bizli dertler. Bi’ durdum sonra, yazanı merak ettim haliyle. Kesin vardır “Haylık” dedim. Bakındım, kimmiş bu Sepin (Sinanlıoğlu), kimlerdenmiş, ismi de kendi de ne güzelmiş... Bakınmaz olaydım. Tarifi zor bir kedere boğdu ruhumu Sepin’in yaşam öyküsü. O keder hiç bırakmadı peşimi. İlk sayfadan son sayfaya kadar. Geldi kuruldu kirpiğimin ucuna, bir daha da kalkmadı.
Hoyrat, aile yadigarı bir piyanonun peşinde İstanbul’dan Bitlis’e hafıza yolculuğuna çıkan Miran’ın hem kişisel hem de aile hafızasıyla yüzleşme ve yeniden bağ kurma sürecini anlatıyor. Okuyucu metinle bütünleştikçe, aşkı, yası ve zaman kavramını sorgularken buluyor kendini.
Oğlum Miran. Unutamayanların kederini çekenlerdensin sen de. Bir nesil külliyen unutuyor, bir nesil unutamıyor, unutanın da yükünü alıyor. Deden, ben, biz unutamadık Miran. Sen de unutamayanlardansın.
Paros’taki bu ilk buluşmamızda yazar Sepin Sinanlıoğlu’nu sizlerle tanıştırmak isterim...
Unutan, unutmayan, unutturulan nesiller bitmeyen bir kavganın dişlileri arasında hem inkârla hem derdiyle uğraşıp o tarihsel yükler altında ezilirken, Sepin Sinanlıoğlu gibi yazarlar ‘unutanın yükünü’ öyle güzel sırtlıyor ki.
SORULAR
Karolin: “Hoyrat”, kişisel hafızanın toplumsal hafızayla iç içe geçtiği, tarihsel acıların, tutulamamış yasların sonraki kuşaklar üzerinde hafıza, bellek ve aidiyet üçgeninde nasıl sıkışıp kaldığını anlatan sarsıcı bir metin. Alelade bir imgenin tetiklediği köklere yolculuk hikâyesi (romanda harmonyum). Sevgili Sepin, ilk kurgu romanının merkezine, Bitlis’ten İstanbul’a uzanan Ermeni bir ailenin hikâyesini alma, aşk ve yas ekseninde hafızayı buluşturma fikrin nasıl doğdu?
Sepin: Aidiyet çetrefilli bir konu. Hoyrat’ı yazarken hatta yazmadan önce hikâyeyi düşünürken ait olmak için bir istek vardı içimde, aidiyet arıyordum. Aidiyetin o zamanlar bendeki karşılığını, tanımadık olanda da tanıdık olanı, aşina olmadığımda aşinalık bulmayı yani. Dünyaya aidiyeti bir nevi hac, ibadet bellemiştim.
Artık gerek bu tanımlamaları gerek ait olma isteğini bıraktım. Böyle hissetmemde elbet Hoyrat’ı yazmış olmanın payı büyüktür. İllaki başka sebepler vardır, hayatta her şey hareketli, tanımlar, inançlar, ihtiyaçlar, istekler. Artık ait olmak istemiyorum Karolin, aidiyet arayışını beyhude ve hatta çocukça buluyorum. Ait olsam ne olacak, ait olmasam ne olacak. Aidiyetin eksikliğidir belki de esas olan. Son dönemlerde eksiklikleri sever oldum, eksikliklerin eksik olanın yerini nasıl da doldurduğunu merak eder, sever oldum. Aidiyet eksikliği bunlardan biri. Artık içimde isteği, ihtiyacı değil eksikliğini merak baskın.
Hoyrat’ı başlatan yaram aidiyet idi, aidiyet üzerine kafa yormalarım idi. Dediğim gibi o zaman da şimdiki gibi ait hissedemiyordum. Bir yandan sözcüğü hiç sevmesem de azınlık konusu sanırım Türkiye’de yaşayan birçok insan gibi -ya da belki sayısı çok da olmayan bazı insanlar gibi- dertlendiğim bir konu idi, hep öyle. Azınlık, neye göre, kime göre? Nüfus bu kadar kudretli bir şey mi?
Polariteler beni hep cezbediyor. Hayatı azınlık-çoğunluk olmak, hatırlamak-unutmak, ait hissetmek-hissetmemek, yerleşmek-çekip gitmek gibi zıtlıklar ve hiyerarşi üzerinden düşünmek hoşuma gidiyor. Uçların birbirinin karşısında değil içinde var olabilme ihtimalini de merak ediyorum. Her şeyin spiral olabilme ihtimalini merak ediyorum. Buna zaman da dahil. Geçmiş ve gelecek de dahil.
Zihnimdekileri, bütün bu bahsettiklerimi Ermeni bir aile hikâyesinde anlatmaktan başka çarem yoktu. İstanbul aşkımı dizginleyemiyorum, her metnime sızıyor, şikayetçi değilim, bir metin için daha güzel bir şehir var mıdır, tabii ki yoktur, olamaz. Aşk ve yas ise iyi bildiğim konular, sevdiğim konular, hayatın her anına nüfuz etmiş konular. Aşk ve yas da her metnimde olacak.
Karolin: Romandan önce Ermeni toplumuyla temasın olmuş muydu? Ermeni kültürünü ve halkını yakından tanıma, metne katma bağlamında nasıl bir ön çalışma yaptın?
Sepin: Liseden hatta ta ortaokuldan en yakın arkadaşlarımdan biri Ermeni. Üniversiteden de keza yakın bir arkadaşım Ermeni. Oradan başlayayım. Evet yaşamadığım kültürü yazdım. Okudum, çok okudum, dinledim, izledim. Ailelerle görüşmeler yaptım, mesela Anadolulu ve İstanbullu üç farklı Ermeni aile ile ihtidadan sofra kültürüne geniş bir yelpazede uzun sohbetlerim oldu, kayıtlar aldım. Harmonyum ve org onarımı ile iştigal eden genç arkadaşlarla tanıştım, onlarla görüştüm, Ermeni ustalarla alakalı birkaç cümle bile beni mest etti. Marangozlarla, Galatasaray Liselilerle görüştüm. Yolcu Tiyatrosu’nun sahnelediği Gomidas oyununu izledim. Gomidas Vartabed’i dinledim. Bitlis türküleri dinledim.
Taner Akçam’ı okudum, Hrant Dink Vakfı Yayınları’nın Sessizliğin Sesi serisinden okudum, Kınalıada’ya gittim, Orhan Şevki’den Kınalıada’yı okudum, W. Saroyan’ı okudum. Ahtamar Adası hakkında fotoğraflı bir kitap edindim, Bitlis üzerine çok yazmış çizmiş Baran Zeydanlıoğlu ile görüşmeler yaptım, Zabel Yesayan okudum. Fethiye Çetin’in Anneannem’ini ve Ayşe Gül Altınay’la birlikte yazdığı Torunlar’ı okudum. Amerika’da doktora öğrencisi Hazal Özdemir’in benimle paylaşma inceliğini gösterdiği makalelerini okudum. Grafik romandan belgesele kurmaca ve kurmaca dışı metin ve içerik taradım, bunlar ilk aklıma gelenler, daha da vardır illa.
Roman yazmanın en keyifli kısmı yani biri bu: araştırmak. Diğeri ne dersen ilk taslaktan sonra olan matbaaya gidene kadar her şey ama o ilk taslak, ah o ilk taslak, kalbime bıçak saplar, beni bedenimden daha ufak bir yere hapseder, iç sıkıntısının feriştahını yaşatır. Diş sıkmalar, bacak sallamalar gırla o dönemde.
Karolin: “Hoyrat”ta, ilk okuduğum andan beri üzerine fazlaca düşündüğüm bir cümlen var. “Unutmak mümkün değildir. İnsan unutamadığı için hasta olur. Türkiye de bu yüzden bu kadar hasta” diyorsun. Yaşadığımız ülkenin hafızayla imtihanı mı onu böyle hasta yapıyor?
Sepin: Galiba. Bir nedeni budur yani. İnsanı hasta eden memleketi de hasta ediyordur, sonuçta insan memleketinin parçası.
Karolin: Romanına ismini veren “Hoyrat” sözcüğü, metinde çok güzel kullanılmış bir metafor. Okuyucuyu üzerine düşünmeye zorluyor, yüzleştiriyor, rahatını bozuyor. Hoyratlığın hem bireysel hem toplumsal anlamda çok katmanlılığının sendeki karşılığını sormak isterim.
Sepin: Hayatta zıttı olmayan şeylere hoyrat davranmaktan çekiniyorum, öyle bir düsturum var. Zaman mesela. Zıddı yok. Çok merak ediyorum zamanı, etmeyenle sohbet edesim gelmiyor o derece, zaaf, bir hastalık adeta. Zamanla taş gibi sert bir yerden karşılaşıyordum, nedenini de biliyorum, yaşadığım ölümlerden dolayı. Neyse ki o sertlik Hoyrat’la yumuşadı, bir de şu anda üzerinde çalıştığım metinle.
Çok ilahi bir şey zaman, Hoyrat’ı yazarken ona yapılan hoyratlıkla büyük kavgam vardı. Babamdan ve Okan’dan dolayı ölümün yakınlığını bilmekten kaynaklıydı bu kavga muhtemelen. Ama artık zamana hoyrat davranmak mümkün değil gibi geliyor, zamanın da umuru değil zira, olsa olsa bize acı acı tebessüm eder, “Bunlardan bu sefer de olmadı” der ve geçer. Zamanı hoyrat kullanmak günah diye düşünürdüm, o da değişiyor. Zamanın umuru bile değiliz ki ne günahı ne sevabı, kendini çok önemsemenin alametleri bu laflar.
Aşk da mesela zıttı olmayan bir şey. Aşk, ölüm, zaman bu zıddı olmayanlara kendi kapasitemizin elverdiği ölçüde hoyrat davranmak biraz cehalet, biraz çocukluk, yetişkin olamamışlık gibi bir şey gözümde. Komik resmen.
Karolin: Metinde, Miran’la annesi arasındaki ilişki, bu ilişkideki arazlar, evlat kaybı sonrası diğer evlada derin yabancılaşma vs. kitaba dair beni en çok etkileyen, kederlendiren, uzun uzun düşündüren bölümlerdi. Romandaki bu anne-oğul ilişkisi romana müthiş bir psikanalitik katman eklemiş adeta. Bu ilişkiyi bu şekilde kurgulama nedenini sormak isterim.
Sepin: Evet. Aile de en sevdiğim konulardan biri. Oysa hiç aile romantiği değilim, aile yılı falan büyük saçmalıklar. Ben aileyi düşünmeyi seviyorum. Bu yaz başı annem ve teyzeme aile hikayelerini anlattırdım, video kaydı aldım. Çok keyifliydi. O perspektif kaymaları, dimağlarda hamur gibi yoğurulan, başkalaşan, çatallanan, kabuklanan, soyulan hikâyeler! Ve ah o sözde aynı hikâyelerin farklı bedenlerde büründüğü farklı ses tonları, mimikler ve jestler… Bunlar beni nasıl cezbediyor Karolin… Çocukluğun yetişkinlikteki tahakkümünü bedende takip edebilmek mucizevi bir şey. Hikâye kadar mucizevi. Metinlerimin dilinde bu hareketi bulmaya çalışıyorum işte. Bak aileden dile geldik.
İnsan lineer bir birim değil, aile de değil. “Bu oldu o yüzden şu oldu”lara gülüp geçiyorum. Keşke o kadar basit olsaydı. İnsanların ve ilişkilerin denklemi yazılamaz. Ya da bizim beyinlerimizin henüz vakıf olabildiği matematikle yazılamaz. Miran ve annesinin ilişkisini bu denklemsizleştirilememe temelinden anlatmak istedim. Anne çocuk ilişkisi her şeyde tekrar eden bir şey, simya adeta, kömür ya da altın. Okullarda öğretilse keşke.
Daha basit de anlatabilirim, edebiyatta anne yarasını göstermek bazı açılardan zor, bir kere anne gidemiyor, çoğu zaman, istisnalar var tabii ama çoğu zaman anne kalıyor, gidemiyor. Babalar gidebiliyor, babanın yokluğu terk üzerinden aktarılabiliyor. Annenin varken yokluğu gözle görülmez ve yoğun bir hal. Hoyrat’ta olan biraz da buydu.
Karolin: Romanda Hrant Dink göndermen ve William Saroyan’a incelikli göndermelerin ve üstü örtülü figüratif temsillerin var. Biraz bahseder misin?
Sepin: Miran, ailenin ihtida etmiş teyze tarafından kuzeni Maral’la tanıştığı Bitlis’te sokakta yürürken yolda bir güvercin buluyor. Maral emanet alıyor bu güvercini, büyütüyor. Bu güvercini Hrant Dink olarak hayal ettim. Sonra kafası bembeyaz bir kedi öldürüyor güvercini. Sadece katili değil bu katle dahil olmuş kötülüğü o beyaz kafalı yani bereli kedi olarak düşündüm. Sonradan dedim, acaba çocukları, ailesi incinmiş midir, belki babalarının güvercin sembolüyle özdeşleşmesinden sıkılmışlardır. Baba babadır çünkü. Başkası için ne olduğu talidir. Umarım kimseyi incitmemişimdir. Çok üzülürüm.
Bitlis olunca da Saroyan’sız olmazdı. Temsili tabii. Bitlis’te çayın başında bendir ve duduk çalan adamı Saroyan olarak hayal ettim. Fotoğraflarından yola çıkarak fiziksel olarak Saroyan’ı tarif ettim. Miran da daha sonra Bitlis’ten İstanbul’a dönünce o adama çok benzettiği bir seyyar satıcıyı görmek için Galata Köprüsü’nde hep aynı noktaya gidiyor. Bitlis’te bir yabancıda yakaladığını İstanbul’da başka bir yabancıda buluyor. Saroyan’ın diğer bir temsili de Galata Köprüsü’nde yani. Miran duduk oyuyor o adama ağaçtan. Ama geç kalıyor ve veremiyor. Zamanı hoyrat kullanmak ve aidiyet Hoyrat’ı yazarken böyle tezahür etmiş zihnimde.
Karolin: “Hoyrat” senin ilk kurgu romanın ve hala üzerine konuşuluyor olmasına rağmen sen çoktan ikinci kitabın için çalışmaya başladın bile. Şu an ne aşamada, takvim belli mi ve Sepin Sinanlıoğlu’nun yeni romanının bu seferki derdi ne olacak?
Sepin: Takvim var evet ama malum planlar programlar değişiyor, 2026’nın sonu diyebilirim, bir aksaklık olmazsa tabii.
Bu sefer de polarite üzerinden gidiyorum, ikilikler, zıtlıklar, hariç ya da dâhil olmak gibi şeylerin etrafında dolanıyorum. Dâhil edilmemenin bize ettiklerini anlamaya, anlamlandırmaya, içeride ve dışarıda olmayı bireysel ve içtimai olarak ayrıştırmaya ve birleştirmeye çalışıyorum.
Bir de yeni bir çocuk kitabı var, Trump’ın Meksika Körfezi’nin adını Amerika Körfezi olarak değiştirmesinden sonra bu gizli ve aşina tahakküm aracı üzerine yazdım. Aslında sadece çocuklara değil, 7 yaştan 70 yaşa okura hitap ettiğinden formu farklı olacak.
Çok teşekkür ederim bu güzel röportaj için Karolin.
SON SÖZ
Sevdiğim kadınlara “Çiçek gibi kız” demeyi çok severim. Neden bilmiyorum. Hep öyle geliyor ağzıma. Sepin benim için tam da böyle biri. Neyse o. Ne sesini, ne sözünü, ne özünü olduğundan farklı gösterme gibi bir çabası yok. Öylesine duru, öylesine sade. Bir başkasının sevinciyle gözleri dolan (bizzat deneyimledim), yedi yabancının derdine kendi acısıymış gibi yazıklanan, yazıklanmayla kalmayıp sırtlayan “çiçek gibi bir kız.” Lütfen Sepin’i okuyun. “Hoyrat”ı, “Ağıtların Tanrısı”nı, çocuklar için yazdığı şahane kitapları… Ne yazmışsa okuyun. Beni anlayacaksınız.





Kendi öz topraklarında ötekileştirilenkerin hikayelerde hep bitmemiştik var ki , içimizde hissettiyoruz . Belki bizde hikayesinin içindeyiz, haberimiz yok ...
Röportajı bir çırpıda okudum, en çok sonunda karolin’in seninle ilgili söylediklerine bayıldım ne güzel anlatmış seni sepin…